Deletedmom5447 iyi siz istediniz :)
1929 Büyük Depresyonu’nun ortaya çıkardığı sorunların klasik iktisat doktrininin temel prensiplerinden biri olan “Laissez Faire” politikasına dayalı olarak çözümlenememesi, depresyon sonrasında alternatif bir iktisat politikası olarak, Keynezyen iktisadi düşünceyi gündeme getirmiştir. Klasik iktisat doktrininin temel görüş ve varsayımlarını birçok yönden eleştiren Keynezyen iktisat, devletin ekonomik yapı içerisinde aktif bir rol oynaması gerektiğini öne sürmüştür. Keynezyen iktisat, başlıca maliye, para ve kredi, dış ticaret, dolaysız kontroller ve kamu girişimciliği politikalarından yararlanılarak sosyal refahın daha üst bir düzeye yükseltilebileceğini savunmuştur. Teorik temelleri, 1936’da Keynes’in “Genel Teori”si ile atılan bu iktisat politikasının önerileri kapitalist ekonomilerde 1970’li yıllara kadar kabul görmüş, dünya genelinde kamunun ekonomideki payı artmış ve devlet bir yandan ekonomiyi yönlendirirken, diğer yandan mal ve hizmet üretimine de önemli ölçüde katkıda bulunmaya başlamıştır.
1950 ve 1960’lı yıllarda Arthur Lewis, Alexander Gerschenkron ve Gunnar Myrdal gibi ekonomistler devletin bankacılık sektöründe önemli bir rol oynaması gerektiğini öne sürmüşlerdir. Hükümetler de bankacılık sektörünün yapılanmasında bu yönde hareket etmişler ve 1970’lere gelindiğinde devletin bankacılık sektöründeki ağırlığı gelişmiş ülkelerde yüzde 40, gelişmekte olan ülkelerde ise yüzde 65’lere ulaşmıştır (Micco ve diğerleri, 2004, s.2).
Gerschenkron (1962), ekonomik kalkınma için gelişmiş bir finansal sistemin önkoşul olduğuna dikkati çekmiş ve özellikle sermaye birikiminin yetersiz, toplumun kurum ve kuruluşlara karşı güvensiz olduğu ekonomilerde finansal sisteme devlet müdahalesinin gerekliliğine işaret etmiştir. Gerschenkron’a göre 19. yüzyılın ikinci yarısında özel ticari bankalar endüstrileşen ülkelerde tasarrufların endüstriye yönlendirilmesinde kritik bir rol oynarken, aynı dönemde Rusya gibi bazı ülkelerde özel bankaların kalkınmayı bu şekilde desteklemesi mümkün olamamıştır. Bu ülkelerde bankacılık sistemi endüstrileşmeyi finanse edecek fonları temin edememiş, ekonomik aktivitelere hakim olan güvensizlik ortamı bankaların varolan sınırlı sermayeyi kendilerine çekebilmelerine ve uzun vadeli fon kullandırımlarının gerçekleşmesine engel teşkil etmiştir. Gerschenkron, özellikle bu gibi gelişmekte olan ülkelerde devletin finansal kuruluşlar aracılığıyla finansal ve ekonomik kalkınmaya katkıda bulunabileceğini öne sürmüştür. Kamu bankalarının kuruluş nedenlerinden ikincisi, ekonomide dışsallıkların varolduğu, piyasa mekanizmasının etkin kaynak dağılımında yetersiz kalabileceği ve bazı grupların kredi tahsisinden yeterli pay almadığı düşüncesidir. Bu argüman, kalkınmaya devletin öncülük etmesi ilkesinin bir parçası olmayıp, piyasa mekanizmasındaki aksaklıkların giderilmesi amacını taşımaktadır. Bu düşünceye göre özel bankalar dışsallıkların söz konusu olduğu, sosyal faydası yüksek, ancak karlılığı düşük olan projeleri finanse etmekte yetersiz kalabilmektedir. Bu nedenle, endüstriyel projelere uzun vadeli fon sağlanması, küçük işletmelerin, ziraat, konut yapımı ve ihracat gibi ekonomik aktivitelerin finansmanında devletin devreye girerek piyasa mekanizmasındaki bu aksaklıkları gidermesi gerektiği düşünülmektedir. Örneğin, Hindistan’da ticari bankaların 1969 yılında kamulaştırılmasının ardındaki nedenlerden biri zirai ve küçük işletmelere kullandırılan banka kredilerinin yetersizliğidir.(Sitorus ve Srivinas, 2004).
Piyasa mekanizmasındaki aksaklıklar kamu bankalarının varlığına makul bir gerekçe olarak görünse de devlet müdahalesinin sübvansiyonlar, vergiler vb. aracılığıyla doğrudan olmak yerine neden kamu bankaları aracılığıyla yapıldığı akla gelebilecek bir sorudur. Devlet politikalarının kamu bankaları aracılığıyla gerçekleştirilmesinin üç temel nedeni vardır. Birincisi politik nedenlerdir. Kamu bankalarının kuruluşu doğrudan müdahalelere göre daha küçük bir maliyetle gerçekleştirilebilir ve böylelikle politik olarak daha az engelle karşılaşılabilir, yurtiçi ve yabancı yatırımcılar tarafından daha olumlu karşılanabilir ve belirli sektörlere açık taahhütlerde bulunma zorunluluğu ortadan kalkar. İkinci olarak, finansal avantajlar söz konusu olabilir. Kamu bankaları mudilerine bazen açık bazense örtülü garantiler vermek suretiyle çoğu zaman hükümete kıyasla daha düşük maliyetle fon temin edebilmektedir. Üçüncüsü, kamu bankaları, idari engellerin en aza indirgenmesi amacıyla kamu bankalarına fon kullandırmayı tercih eden Dünya Bankası gibi yabancı kuruluşların tercihleri doğrultusunda kurulabilir (Fouad ve diğerleri, 2004).
Kamu bankalarının kuruluş amaçları arasında ekonomik kalkınmaya ve büyümeye katkıda bulunmak ve özel bankalar tarafından finanse edilmeyen projelere fon sağlamak olmasına rağmen, bu bankaların kredilendirme faaliyetleri genellikle üretken projelerin finanse edilmesi yerine kamu sektörü üzerinde yoğunlaşmış, küçük ve orta büyüklükte işletmeler (KOBİ) de dahil olmak üzere özel kesimin dışlanması söz konusu olmuştur.
Cornette ve diğerleri (2003), 1989-1998 yılları arasında 16 Uzak Doğu ülkesinde özel bankalar ve kamu bankaları arasındaki performans farklarını incelemişlerdir. Çalışma sonuçları, kamu bankalarının karlılığının yüksek kredi riskleri, düşük likidite ve etkin olmayan yönetim nedeniyle özel bankalara kıyasla daha düşük olduğunu ortaya koymuştur. Çalışma aynı zamanda, 1997 yılında yaşanan Asya krizi sonrasında bütün bankaların performansında düşüş yaşanmış olmakla birlikte kamu bankalarındaki performans düşüşünün özel bankalarınkinden daha fazla olduğunu ve bankacılık sistemine kamu müdahalesinin daha fazla olduğu ülkelerde iki grup arasındaki performans farkının daha belirgin olduğunu bulgulamıştır. Bu ülkeler aynı zamanda ekonomik büyümenin daha yavaş ve finansal sistemin daha az gelişmiş olduğu ülkelerdir.
Hükümet, kamu bankalarından düşük kredibilitesi olan çiftçiler, kamu kuruluşları gibi belirli müşterilere ya da sektörlere kredi kullandırmasını, ya da altyapı yatırımları gibi riskli aktivitelere yatırım yapmasını isteyebilir, yani kredileri bu alanlara yönlendirebilir. Bu yeterince güvence altına alınmamış krediler kamu bankalarının bilançolarında yer alan yüksek TGA’nın kaynağı olabilmektedir.
Hükümet, kamu bankalarından piyasa faiz oranlarının altında faiz oranlarıyla, yani sübvansiyonlu kredi kullandırmalarını isteyebilir. Bu durumda, kamu bankaları maliyetlerini karşılamak için hükümetten direk finansman sağlamayabilir; ancak kamu kuruluşlarının düşük faiz kazanan mevduatının kamu bankalarında tutulması, merkez bankasından düşük faizle fon kullanımı, uluslararası kuruluşlardan sağlanan düşük maliyetli krediler, diğer müşterilere piyasa faiz oranı üzerinden oranlarla kredi kullandırılması gibi yollarla bu maliyetlerin bertaraf edilmesi amaçlanmaktadır.
Hükümetler, kamu bankalarına çeşitli yollarla güvenceler sağlayabilir. Kamu bankalarının kullandırdığı krediler ya da kamu bankalarının kullandığı fonlar açıkça güvence altına alabileceği gibi örtülü güvence de söz konusu olabilir. Hükümet, aynı zamanda kamu bankalarından yurtdışı kuruluşlardan sağlanan krediler gibi üçüncü tarafların kullandırdığı kredileri garantilemesini de isteyebilir.
Yönlendirilmiş ve sübvansiyonlu krediler yarı mali aktivitelerdir. Bu faaliyetler, bütçe dışında gerçekleşen ve benzer etkileri vergi ve sübvansiyon gibi diğer geleneksel araçlarla sağlanabilecek olan mali aktivitelerdir. Yönlendirilmiş kredi ve sübvansiyonlu kredi müşterilerin güvenilir olmadığı ve kredi faiz oranının piyasa faiz oranının altında kaldığı durumlarda hükümet tarafından karşılanması gereken örtülü sübvansiyon niteliği taşımaları nedeniyle yarı mali aktivitelerdir. Garantiler de yarı mali aktiviteler olarak nitelendirilebilir; çünkü bunlar hükümetlerin şarta bağlı yükümlülükleridir ve gerçek yükümlülüklere dönüşmeleri durumunda hükümet tarafından Karşılanmaları gerekmektedir.
Hükümetlerin bu yarı mali aktiviteleri kamu bankalarının düşük karlılığının arkasında yatan sebeplerin başında gelmekte ve buna bağlı olarak bankaların sermayeleri zamanla erimektedir. Kamu bankaları gerek yarı mali aktivitelerin yarattığı baskılar, gerekse kendi verimsizliklerinden kaynaklanan zararlar ve sermaye yetersizliğinden ötürü ödeme güçlüğü çekmeye başladıklarında ise bu bankaların yeniden sermayelendirilmesi, yeniden yapılandırılması veya tasfiye edilmesi gerekmektedir. Böylelikle, daha önce örtülü maliyetler olan yarı-mali aktiviteler bütçe üzerinde direk maliyetlere dönüşmektedir. Yeniden sermayelendirme ve yapılandırma gibi borç yaratan bu operasyonların herhangi başka bir transfer gibi, hükümetin borcunun sürdürülebilirliği, toplam talep ve makroekonomi üzerinde olumsuz etkileri vardır. Kamu bankalarının toplam aktiflerinin birçok ülkede büyük olduğu gözönüne alındığında bu maliyetler zaman zaman ciddi boyutlara ulaşabilmektedir.
Siz bunları bir okuyun diyecek sözünüz varsa beklerim ama size Özet geçeyim. İktisat bilimdir bilimin sencesi bencesi yoktur ampirik çalışmaları ve araştırmaları vardır. Devlet kamu yararı gözeten kurumdur yani kar etme amacı yoktur. Kamu bankaları da Keynezyen görüş ile önem kazanmış ve özel sektörün yatırım yapmak istemediği ya da kredi vermek istemediği riskli gördüğü kişilere kredi ya da ekonomik alan tahsis etmek üzere görevlendirilmiştir yani birisi gelip onunla bilezik alsın diye değil ya da bir satışçı kotasını doldurmak için önüne gelene verdiği krediyi savunsun diye değil. Sevgiler